19 Mayıs 2012 Cumartesi

Kocaeli Kitap Fuarı.. Tekin Sönmez.. yetmiş beşinci doğum yılı.. kırkıncı yılında Yansıma yazarlarına vefa ve saygı...


Edebiyata ve Yansıma yazarlarına vefa ve saygı panellerinin üçüncüsünü Kocaeli Kitap Fuarı’nda gerçekleştirdik.
Bugün aramızda olmayan Ruşen Hakkı, Ender Kamil Boyacı ve Arkadaş Z. Özger gibi Yansıma Dergisi’nde yazanlar anıldılar.
Yine Yansıma Dergisi ile öykücülüğü kamuya sunulan Necati Mert bu panelde Ruşen Hakkı anılarına yer verdi. 

İlk ürünleri Yansıma'da olmamakla birlikte, kalemini Yansıma Dergisi'nde bileyleyen Mehmet Güler de o sırada oturumu izlemeye geldi ve sahneye buyur edldi.
 O da tıpkı Necati Mert gibi Ruşen Hakkı’nın hak ettiği yeri betimledi. Burada bir ayraç var.


Yansıma Dergisi yazarları olmayan Ruşen Hakkı gibi edebiyatçıları da anma içtenliği ile yola çıktı bu satırların yazarı. 

Bu bölgede yaşamını yerleşik kılmış, bu bölgede yaşamını yazınsal metinci olarak harcamış bir Ruşen Hakkı böylece Kocaeli Kitap Fuarı’na zorlu bir uğraşı sonrası konuk olabildi. Ne tuhaf değil mi? 
 O uğraşıyı yazsam sanırım üzüleceksiniz. Bu nedenle bu uğraşının arkaplanını başka bir yazıya bırakıyorum.
Fuar düzenleyicileri daha çok popüler olmuş yazarlarla ilgilenedursunlar, gazete kitap ekleri daha çok popüler olmuş yazarlara sayfalarını açsınlar ve onlarla ilgili söyleşi ya da imza günlerini okurlara duyursunlar, öte yanda gerçek yazarlar da kendi kozalarını örmeye duracaklardır. 


Bu açıdan olmazsa, olmaz olan nedir? Tanıtım olmadan olmaz.
Tanıtım açısından yapılması gerekenler, ilkin toplumun içinde ve tanıtım ilkeleri ne ise ona göre yol almak konusunda çalışmalar.. işte ilk adımda bu tür fuarlarda yer almaktır.
40 yıl önce Yansıma Dergisi yıllarında bugünkü teknoloji yoktu.
Bugün kitlelerle yakınlaşan kitap fuarları da yoktu.
Bu ikili, teknoloji ve kitap fuarları çağ değişimi ile birlikte yazarlar açısından da çok şeyi değiştirdi. Bir anlamda yeni iletişim ufku açıldı yazınsal metinler ve yaşayan yazarlar için. 

Bu çağın olanaklarına ulaşamayan yazarlarımız da işte böyle kitap fuarlarında anısal panellerle sunulmalı.
Yansıma Dergisi Genel yayın Yönetmeni ve yayımcısı olarak bu teknolojiye ulaştığım için ne denli sevinç duysam azdır. 

Yansıma Dergisi’ni güncellemek de bu projenin/tasarımın içinde, aramızda olmayan yazarlarımızı anılarıyla yaşatma olanaklarını bu tür etkinliklerde izleyiciye sunacağız. 


İlkin Bursa, ardından İzmir ve bugün Kocaeli Kitap Fuarı. 
Yarın (22 - 27 Mayıs) Diyarbakır Kitap Fuarı olacak. Orada da Bedrettin Cömert aramıza katılacak.

Sevgi, içtenlik... 

Tekin SonMez, 19 Mayıs 2012, İzmit / Kocaeli

18 Nisan 2012 Çarşamba

James Joyce’un sanatçının genç bir adam olarak portresinden sonra Burhan Günel'in öyküsü: II

James Joyce çok bilinen bir kitap adı ile ünlü bir yazar. ‘Sanatçı.. diyor. Ben bunu değiştirdim. Yazarın genç bir adam olarak portresi dedim.

1.
Burada, bu daha gerçekçi bana göre. Yazarın bir yazar olarak, bir sanatçı olarak da değil, ‘genç bir adam olarak portresi’ nasıl olur?

Yaşlanmış bir adamın portresinde olan ögeler var mıdır genç bir yazarın portresinde? Bu soru bize birkaç ayrı kulvar açar. Yaşlılık deneyim zenginliğidir.

İsveçliler ‘yaşam deneyimi’ derler buna. Gençlik ise güzeldir, diye ortaya atılan bir söz bilinir. Bu satırların yazarı gençlik içtenlik, istenç ve gelecektir eki düşer.

Gençlik kurulu düzenin karşısında olur. Oğul bu nedenle baba’ya, kız bu nedenle anne’ya karşı durur. Gençlik bu nedenle gelecek için aday olmaktır.

Gelecek için aday olmak, gençlik gereksiniyorsa ne olur?

İçtenlik, istenç ve güzel gelecek duyumu, bu üçü gençliktir.

Bu bir ütapyadır da. Saklı tarih ütopyasıdır. Bireyin saklı tarih ütopyası diyelim. Hangi bireyin? Genç bir adam olarak portresi olan bireyin.

Gençlikle çoğu kalan ve azı hedefe varan bir düştür içtenlik, istenç. Bir düştür çünkü, o hedefe varıldıktan sonra gelecek duyumu, bireyin saklı tarihinde kalmıştır.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 18 Nisan 2012, İzmir

5 Nisan 2012 Perşembe

James Joyce’un sanatçının genç bir adam olarak portresinden sonra Burhan Günel'in öyküsü: I

Burhan Günel 1947 doğumlu. Yansıma Dergisi’in 1972 Mayıs (5.) sayısında:‘İki kez çarpılmak’ başlıklı yazısını yayınlamışım. Yirmi beş yaşındadır o sırada.

Yansıma Dergisi’nin üçte iki oranında, şöyle ki, hemen hemen her üç sayısından ikisinde öyküleri, kısa yazıları ile en çok kamuya sunulan yazarlardan birisi de Burhan Günel’dir.

6. sayıda “ Çevrede yaşamak varken”, 12.sayıda “Konuk”, 22. Sayıda “anladım”, 24.sayıda “tozlu zamanlar” , 29.sayıda “gül rengi”, 38. sayıda “sevinç günleri”, 41.sayıda “altıparmak”, 45. Sayıda “dışarıda yağmur vardı” adlı 8 öyküsü ile Necati Mert’in öykü sayısından iki eksikle ikinci sırada kalmış ve toplam on beş yazı vermiş.

1980 basımlı bir ansiklopedide eray canberk şunlar söylemiş. ‘Kasabalarda ya da kentlerin kenar ve uzak mahallerinde yaşayan dar gelirli insanların acılı ve sıkıntılı yaçamlarını yalın bir dille anlatması yönünden Orhan Kema gerçekçliği çizgisindedir.”

Yansıma Dergisi'nde kırk yıl önce yayınlanan öyküleri çevresinde bu konu sürecek.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 5 Nisan 2012, Stockholm

15 Mart 2011 Salı

Ayla ve onun doğum günü ile ilgili bir mektup... Bir edebiyat örneği olduğu için yayınlıyorum.

Masalcık görüntülü bir mektup geldi. Bir de fotoğraf geldi. Bu ikiliyi mektup ve görsellik örnekleri olarak yayınlıyorum.

Değerli İzleyici,

Mektup kısaca şöyle başlıyor! Evet! Bu doğum günü mektubunu, ilişikteki fotoğrafı da unutmadan birlikte izleyelim.

“Sayın Editör, tekinsonmez.blog Sayın Yönetmeni,

‘Bellek dağarımda; mektup yazmak kendinden dışarı çıkmaktır, tümcesi titrek bir mum ışığı altında silinip beliriyor, sözcükler beni aralarına almış oynak gölgeli titreşimlerle uçuşuyordu; ben miydim, onlar mıydı uçuşup duran, diye düşünüyordum o sırada.

‘Sanrı! Şöyle ki eski sözcükle hezeyanlarla mektup yazdığım bir gündü, kendimden dışarı çıkmış ve bir daha geriye dönememiştim. Aradan geçen günler e-post kutusunu bile fark etmemiştim. Mektupla dışa açılma eylemindeki sözcükler kandırmacalarla savrulduğu anda bir fotoğrafın da benimle uçuştuğunu gördüm.

‘Bu, sanal bir sonsuzlukta, sanrılar içinde hem nesnel sonlu bir sıkışıklıkta yani, kırılan ışıkların yanılsamalı yansıyışında kendimi de gördüğüm andı. Yaşam bir yanılsamalar dünyası bir yansılama serüveni olabilir miydi, yansıyan kimdir diye düşündüm.

‘Böyle bir boşlukta; ‘göndericiyi tanımıyorum.. Stockholm’de unutulmuş bir evden geldi,’ diyerek bana bırakılan mektup ve birlikte sunulan görselliklerle bir de isim vardı. Ayla! Evet! Ayla!

‘Başka yaşamlarla da ilintili olduğu halde, ve nedense tümüyle silinip yiten bir hayattan geriye kaldığı söylenen o cıvıl cıvıl nesnelerden; ‘ceviz kabuğu, mini kurbağa, heykelcik alçı, sütbeyaz cama çizilmiş gözler..’ işte böyle yanılsamalı nesneler dünyasından yola çıkarak bir anda elleriyle bana dokunan bu fotoğraf oldu.

Evet! İşte bu nesneler dünyasına çağrılar yapan; ‘Söz konusu edilen Ayla,’ diye bir de not vardı.

‘İşte Ayla böyle bir günde geldi; ‘Mektup yazmak kendinden dışarı çıkmaktır,’ tümcesini iterek, titrek bir mum ışığı altında silinip beliren tüm e- post iletilerini geriye iterek evet; evet ileriye, öne çıkan bir fotoğrafla bir düş esini gibi Ayla adında bir görsellik savrulup ekrana düştü. Bu bir düştü! Tuhaf değil mi! ‘Titrek bir mum ışığı altında yüzüme doğru savrulup düşen bir düş...

‘Ben bu düşü tuttum, tuttum değil de uçuşan bu düşe tutundum. Köklerinden uzak bir ülkede yaşamak gibi mektup yazarken insan kendisinden uzaklaşır sözünü, o an unuttum. Bu kez böyle oldu.

‘Uzaktan, çok çok uzaktan; ‘yarın daha güzel olacak’ sesiyle ve Ayla görüntüsüyle bu kez koşan bir başka cıvıltı, ‘yapboz’ oyununun boş yerlerini doldurduğu sırada, dalgalı ekranda gözlerime yansıyan Ayla’ya bakıyorum.

'Siz de şaşmadınız mı buna, ben çok şaşıyorum.

‘İlkin evet, Ayla’nın fotoğrafı; oynak gölgeli titreşimlerle sözcüklerin uçuştuğu andı. Onların arasına karışarak uçuşan ve doğum günü armağanı olarak bana ulaşan Ayla’nın fotoğrafı bu. Onu tanıyorum!

Güya benim doğum günümmüş! Ben, Ayla’nın doğum günü diye bakıyorum bu fotoğrafa oysa. Bu da çok tuhaf!

‘Şaşkınlıkla Ayla’ya bakarken; nasılsa o boşluklardaki kimi sözcüklerin oynak/gölgeli titreşimlerle uçuştuğu sanal dünayada kendimi ararken, Ayla’nın benimle uçuştuğunu ve bana bu yeni dünyada bir yer ayırdığını sezinliyorum; şöyle ki minicik ses tınılarıyla bir aynadan bana yansıyışını, farklı bir mercekten, farklı bir serüven açısından hem kendimi, hem “yapboz” oyunu gibi yaşamı ve Ayla’yı izliyor ve yaşama teşekkür ediyorum. Hoş geldin Ayla!

Bu mektubun ve fotoğrafın yayınlaması durumunda size kamu önünde açıkça teşekkür ediyorum Sayın Editör.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 15 Mart 2011, Stockholm

26 Şubat 2011 Cumartesi

Gılgamış da beş bin yıl önce bunun peşinden koştu. Immortality and art! Ölümsüzlük ve sanat! Why art is immortal? Sanat neden ölümsüz?

Ölümsüzlük! Sanat ve ölümsüzlük... Sanat neden ölümsüzdür?

İnsanlık ölümsüzlük peşinde düş görüyor.

Bundan olacak, ölümsüz sözü çıkar karşımıza kimi olaylar ya da kimilerinin dünyasal varlıkları için.

Bu konu çok su götürür evet, fakat ölümsüz olan nedir? Birlikte düşünelim.

Değerli İzleyici,

Siyaset, sanat, kişileri olduğu gibi, inanç ve din açısından kimi durumları, olguları toplumlara onaylatan ve toplumları yönlendiren kişiler de ölümsüzlük zırhı ile donatılır.

Örnekse İsa/Jesus ve Buddha bunlardandır. İnanç ve din açısından ölümsüzlük konusu her yerde vardır.

Tartışılmaz bir olgudur bu. Kaldı ki inanç tartışma konusu oluyorsa, orada yaşam alanları da tartışılıyor demektir.

İster Jesus, ister Buddha.. bu mavi gezegenin sonuna dek bazı insanlar için ölümsüzlükleriyle insanlığın bellek dağarında yaşayacaklar. Belki, insanlık başka gezegenlere de taşıyacak, götürecektir onların ölümsüzlüklerini.

Öte yandan, ölümsüz sözü sanat cephesinde çok az kişi için kullanılır. Ergiyen süre, akıp geçen yüzyıllar bir dönem ışıltı saçan kimi sanat okulları da müzelik konuma ulaşır.

Sanat okulları bir yanlarıyla, 'talep arz' yasalarına göre şekillenir ve sürer ve moda dalgalarına göre ilerler ya da bir süre için sahneden iner ve belki geçici olarak bellek siler.

Bu okullar yenilik adı ile yerlerini başka akımlara bırakırlar.
Genel açıdan sanat, akarsu yatakları gibi, böyle bir diyalektik gerçeklik yatağında, akar gider. Su kaynakları kuruyunca, su tükenince ırmak adı alan olgu da yok olur.

Sanat da böyledir! Işıltılı sanat okullarının en önde gelenleri de tek tek tozlu müze depolarında yer bulur gün gelince.

Fakat sönmeyen ışıltılarıyla kimi sanat eserleri dünya durdukça yaşayacak. Onlara ölümsüz demek nasıl olur?

Ayrıca siyaset adamlarının sanatla barışık olmayışları da bu açıdan düşünülebilir mi? Sanatın ölümsüzlük sırrı, gizi nedeniyle mi, siyasetçi bunun için mi sanatçıya karşı durur?

Sanat nedir ve sanatın ölümsüzlüğü olur mu diye tartışılır!

Ölümsüzlük tanrılara özgüdür, diyenler de vardır. Ne eksik ne fazla, orta bir yol; sanatın ölümsüzlüğü mavi gezegenin ve insanoğlunun ölümsüzlük sınırları kadardır.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 26 Şubat 2011, Stockholm

Fotoğraf; kendi objektifinden Tekin SonMez, Benaras adlı romanı yazarken, 1995 Hindistan, Tamil Nadu.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Ankara romanı... Erken yükselen bir yüksek atlama kulvarı ve ön taraf açık koşun, koşun..; Dokuzuncu yazı

Ankara romanı nasıl yazılır? Herhangi bir Ankara romanı evet.

Seksen yıla sığdırılmış bir insan ömründen nasıl söz edebiliriz?

Böyle yalın bir soru var! Bu kişi kimdir?

Yine yalın bir soru yanıt geldi! Bir köy çocuğu, diye bir yanıt işitildi. Fakat hızlı bir temel eğitimle erken yükselen bir yüksek atlama kulvarı da var, diye öteden bir ek yanıt verildi.

“..erken yükselen bir yüksek atlama kulvarı..” Bu demek..

Hıımmm! Demek öyle! Konuyu merak ediyorum. Çok ilginç!

Şöyle ki hem yüksek atlayan bir insan ve erken yükselen bir koşu mesafesi, demek istediniz sanırım. Çok ilginç! Nasıl olacak merak ediyorum doğrusu.

Şöyle açılalım, kırlara çıkalım! Siz atletizm yaptınız mı?

O da nesi? Atletizm, yapmadım! Fakat izlemeyi severim.

Peki tamam! Bir dekatlon koşusu var! Çıkışta koşu parkuru dikleşiyor kısa bir mesafe, fakat yokuş biraz ve hemen arkasında bir atlama çıtası var.

Nasıl bir atlama? Üç adım atlama mı, tek adım atlama mı?

Hayır! Hayır! Yüksek atlama... tam bu işte. Şimdi birlikte başa dönüyoruz. Kısa bir çıkış pisti fakat yokuşa doğru koşuyor ve çok geçmeden yüksek atlama yerine varıp atlıyor, başarıyorsanız gidiyorsunuz.

Başaramazsanız ne olacak? Orada mı kalacaksınız?

Başka şansınız yok! Sıfır hata ile bu şans verilmiş. Köy çocuğu olarak orada kalacaksınız! Gitmeniz için işte şu; “..erken yükselen bir yüksek atlama kulvarı..”nı düşmeden geçeceksiniz. Geçtiniz mi, ön taraf açık koşun, koşun...

Düşme, takılma, herhangi bir yöne bakma falan yok mu?

Yok! Tek şans sıfır marj hata ile en iyi koşu bu olacak!

En iyisi demek! Bundan sonrası daha kolay mı demek?

Belki! İlk elemede sıkı gözenekler kondurulmuş özellikle. Bir şey daha! Hızlı olmak! Tamam, düşmek yok fakat hızlı...

Türkçe bir benzetme verebilir misiniz? Zor bir koşu bu!

Şöyle, 'iğnenin deliğinden geçmek' bu bir. İki; gözden kaybolmak! İğnenin deliğinden geçtiniz, gözden hemen kaybolacaksınız! Sizi bulamayacakları bir yer... böyle olsun!

Çok zorlu bir yarış! Fakat 'gözden kaybolmak,' bu neden?

Çokluk tam tersi olacağı sanılır! Fakat başardınız mı, iş yeni başlamış demektir! Bundan sonraki parkurda sizi düşürmek isteyenlerle koşacaksınız çünkü...

Bu neden? Düşürmek isteyenlerle koşmak, bu neden?

Bir; koştuğunuz halde, koşmamış gibi geri döndürebilirler. İki, ötekilerinden daha öteye gitmeniz de istenmez ki...

Bu kişi.. kişiyi ve konuyu biraz renklendirir misiniz?

Bakın! Bir fotoğraf var en üstte, bunu birlikte okuyalım!

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 19 Ocak 2011, Stockholm

9 Nisan 2010 Cuma

Elyazmaları, öykü. İnsanlar değiştikçe, kitaplar değişir kitaplar değiştikçe insanlar; Sekizinci yazı

'Ne zaman yapıldığı tarihlenmemiş bir evde yaşıyorum. İç kısmındaki duvarlarda saklı elyazması kitapların konulması için özel bölmeleri var bu evin. Bu kitapların boylarına göre düzenli görünmeleri hoşuma gidiyor. Her sabah uyanır uyanmaz ilk işim, kitapların hangisi bu gece yine yer değiştirdi diye oraya koşuyorum.'

Bu öyküde elyazmaları ile yaşayan sahaf bir anne/baba ardılı bir oğul var. Yaşayan, diyorum. Çünkü kurgu böyle. Bu öykünün ilk fragmanları Kültür Senatosu’nun konuğu olarak Berlin’de (1991) yaşamaya başladığım günlere rastlar. Bir yazarın yaşamına bağımlı yazma konusu burada yine öne çıkıyor. Bir örnek vereyim. Hindistan (1990) Guatemala/ Meksika (1991) gezginliğim ardılı Berlin'e geldim. Hindistan'da ilk yazımını yaptığım 'BenAras' romanıma niyetim vardı. Yazma başladı fakat, bunun yerine Söylence Berlin adlı romanım öne geçti ve iki ayda ilk yazımını tamamladım. Fakat bir şey oldu.

Değerli İzleyici,

Kars Platosu, Elyazmaları'nın bulunduğu öykü fragmanları o günlerde içsel monologlar olarak kağıtlara aktı.

http://kitaplarvetekinsonmez.blogspot.com/ konu gereği Sahaflar - Kitapçılar adlı blogda yayınlanan, öteki bölümleri orada sürecek olan bu öyküden kısa parçayı burada daha sonra açılacak iki nedenle birlikte izleyelim.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 9 Nisan 2010, Stockholm'Kars’da ne zaman yapıldığı tarihlenmemiş bir evde yaşıyorum. İç kısmındaki duvarlarda saklı elyazması kitapların konulması için özel bölmeleri var bu evin. Bu kitapların boylarına göre düzenli görünmeleri hoşuma gidiyor. Her sabah uyanır uyanmaz ilk işim, kitapların hangisi bu gece yine yer değiştirdi diye oraya koşuyorum. Benim uyuduğum bölme ile kitapların bulunduğu yer arasında fazla bir mesafe yok. Hani gece bir çıtırtı olsa uyanacak kadar hafif bir uykum var. Bu nedenle kitaplardan çıkan çıtırtılar bile kulaklarımda zil sesleri gibi yankır. Ben böyle eğitildim.

'Çocukluğum bu evde geçti. Doğduğum zaman, kitaplarımızın sayısı daha da çokmuş. Son zamanlarda kitapların sayısında bir azalma başladı gibi hissediyorum nedense. Kitaplar bu durumu bana belli etmemek için aralarında şifreli bir işaret kararlaştırmışlar sanki. Uzaktan baktığım zaman, aralarında seyrek boşluklar görüyorum. Yine hangisi gitti, kuşkusu ağır basıyor.

'Bunun üzerine o tarafa yöneliyorum. Sessizce, eski tahtalarda gıcırtı çıkmasın diye adım atışlarıma kulak kesilmem yetmiyor. “Bunlar yaşayan son kitaplar,” dediydi bir gün annem. O sırada tabakları yıkamaktaydı. “Bu yüzden de bu kitapların kulakları deliktir,” dediydi bunun üzerine babam.

'Birbirlerinin yüzlerine bakarak gülümsemişti her ikisi de. Ben mutfakla kitaplar arasındaki uzun mu uzun koridorda koşuyordum. Her şey şaka gibiydi. Bu sözleri sonradan, çok sonradan aklım yerine oturduktan sonra düşündüm. Bu olaydan birkaç gün sonra şöyle bir konuşma daha geçti: “İnsanlar değiştikçe, kitaplar da değişir...” Bunu söyleyen yine annemdi.

“Kitaplar değiştikçe insanlar...” diye tamamlayan yine babam olmuştu. Ardından yine bakışa bakışa gülüşmüştüler sessizce. Beni küçük yaşta felsefenin tozlu yollarına atmak istememiş olmalılar ki böyle oyunsu bir tarzla bana bir şeyler fısıldamak istediler. Bunu çok sonraları anladığımı itiraf ediyorum.

'Galiba ilk dersi böylece hazırlıksız o gün aldım.

'Henüz okul önlüğü giyecek yaşta değildim. Hazırlıksızca aldığım ilk dersten sonra bir gün yine annem, ‘Kitapların tanımadığı insanlar akın akın geliyor’ diye pazar yerinde işittiğini söyledi ve: “İnsanlar çok çok değiştikçe, kitaplar kaybolmaya başlar,” dedi.

'Aradan şunca yıl geçti. Unutmuyorum! Kitapların iz bırakmadan raflardan yitip gitmeleri konusunda kuşkularım pekişti. Kitaplık raflarındaki gizemli boşluklar sinirlerimi de bozuyor artık. Herhangi bir sakarlık olmasa bile, kitapların duyarlı olmaları, benim bütün planımı değiştiriyor. Rafların arasında uzaktan gördüğüm boşluk, tüylerimi diken diken ediyor her seferinde.

'Sanki ‘bir cellat, bir kelle daha düşürdü kanlı tekneye,’ diye us geçirip ürpermem yetmiyor. Sessizce dönüyor, dönüşümü bile belli etmeden o yöne birkaç adım atıyorum. Uzaktan görülen boşluklar, hangi yöne aktığı belli olmayan durgun denizin ılgın yelle kıpırdayışı. kitaplarda derin dalgalı hareket seziliyor.

'Uzaktan ayırdına vardığım boşluk kayboluyor, ben ortaya çıkar çıkmaz. Hiçbir şey olmamış gibi kitaplar ilk koyuldukları gibi, her zaman sımsıkı raflarda düzenli duruşlarıyla gözlerime yansıyor.

'Ya gözlerimde ya da zihnimde bir yanılsama var.

'Onların sessizce ve bana haber vermeden yitişleri, bir şeyin sona doğru koşusunu hatırlatıyor bana. Ne yapsam durmayacaklar. İçimde uzunca bir süredir, derin bir yara ağzı gibi bana acı veren bir korku var. Kitapların beni terkedecekleri bir güne doğru, ilerlediğimi hissediyorum. Kitaplarla kapışmaktan hoşlananların gide gide çoğaldığını gösteren istatistikler de fazladan.

'Yeni doğan her on kişiden yedisi hayatı boyunca eline bir kitap bile almamış son on yıl içinde. Önümüzdeki yüzyıl sonunda, bu sayı bire düşecekmiş, haberlerde tartışma gündemi oluşturan konu da bu. Durum böyle olunca, kitapların sessizce yok olmalarını da doğal karşılamam gerekiyor.

'Fakat ben böyle bir dönem için yetiştirilmedim. Kitaplarla yükselen bir dönemin çocuğuyum ben.'

Elyazmaları, Tekin SonMez, Kars Platosu Öyküleri, NİS Media Ya, ilk bası 2004, İst.