9 Nisan 2010 Cuma

Elyazmaları, öykü. İnsanlar değiştikçe, kitaplar değişir kitaplar değiştikçe insanlar; Sekizinci yazı

'Ne zaman yapıldığı tarihlenmemiş bir evde yaşıyorum. İç kısmındaki duvarlarda saklı elyazması kitapların konulması için özel bölmeleri var bu evin. Bu kitapların boylarına göre düzenli görünmeleri hoşuma gidiyor. Her sabah uyanır uyanmaz ilk işim, kitapların hangisi bu gece yine yer değiştirdi diye oraya koşuyorum.'

Bu öyküde elyazmaları ile yaşayan sahaf bir anne/baba ardılı bir oğul var. Yaşayan, diyorum. Çünkü kurgu böyle. Bu öykünün ilk fragmanları Kültür Senatosu’nun konuğu olarak Berlin’de (1991) yaşamaya başladığım günlere rastlar. Bir yazarın yaşamına bağımlı yazma konusu burada yine öne çıkıyor. Bir örnek vereyim. Hindistan (1990) Guatemala/ Meksika (1991) gezginliğim ardılı Berlin'e geldim. Hindistan'da ilk yazımını yaptığım 'BenAras' romanıma niyetim vardı. Yazma başladı fakat, bunun yerine Söylence Berlin adlı romanım öne geçti ve iki ayda ilk yazımını tamamladım. Fakat bir şey oldu.

Değerli İzleyici,

Kars Platosu, Elyazmaları'nın bulunduğu öykü fragmanları o günlerde içsel monologlar olarak kağıtlara aktı.

http://kitaplarvetekinsonmez.blogspot.com/ konu gereği Sahaflar - Kitapçılar adlı blogda yayınlanan, öteki bölümleri orada sürecek olan bu öyküden kısa parçayı burada daha sonra açılacak iki nedenle birlikte izleyelim.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 9 Nisan 2010, Stockholm'Kars’da ne zaman yapıldığı tarihlenmemiş bir evde yaşıyorum. İç kısmındaki duvarlarda saklı elyazması kitapların konulması için özel bölmeleri var bu evin. Bu kitapların boylarına göre düzenli görünmeleri hoşuma gidiyor. Her sabah uyanır uyanmaz ilk işim, kitapların hangisi bu gece yine yer değiştirdi diye oraya koşuyorum. Benim uyuduğum bölme ile kitapların bulunduğu yer arasında fazla bir mesafe yok. Hani gece bir çıtırtı olsa uyanacak kadar hafif bir uykum var. Bu nedenle kitaplardan çıkan çıtırtılar bile kulaklarımda zil sesleri gibi yankır. Ben böyle eğitildim.

'Çocukluğum bu evde geçti. Doğduğum zaman, kitaplarımızın sayısı daha da çokmuş. Son zamanlarda kitapların sayısında bir azalma başladı gibi hissediyorum nedense. Kitaplar bu durumu bana belli etmemek için aralarında şifreli bir işaret kararlaştırmışlar sanki. Uzaktan baktığım zaman, aralarında seyrek boşluklar görüyorum. Yine hangisi gitti, kuşkusu ağır basıyor.

'Bunun üzerine o tarafa yöneliyorum. Sessizce, eski tahtalarda gıcırtı çıkmasın diye adım atışlarıma kulak kesilmem yetmiyor. “Bunlar yaşayan son kitaplar,” dediydi bir gün annem. O sırada tabakları yıkamaktaydı. “Bu yüzden de bu kitapların kulakları deliktir,” dediydi bunun üzerine babam.

'Birbirlerinin yüzlerine bakarak gülümsemişti her ikisi de. Ben mutfakla kitaplar arasındaki uzun mu uzun koridorda koşuyordum. Her şey şaka gibiydi. Bu sözleri sonradan, çok sonradan aklım yerine oturduktan sonra düşündüm. Bu olaydan birkaç gün sonra şöyle bir konuşma daha geçti: “İnsanlar değiştikçe, kitaplar da değişir...” Bunu söyleyen yine annemdi.

“Kitaplar değiştikçe insanlar...” diye tamamlayan yine babam olmuştu. Ardından yine bakışa bakışa gülüşmüştüler sessizce. Beni küçük yaşta felsefenin tozlu yollarına atmak istememiş olmalılar ki böyle oyunsu bir tarzla bana bir şeyler fısıldamak istediler. Bunu çok sonraları anladığımı itiraf ediyorum.

'Galiba ilk dersi böylece hazırlıksız o gün aldım.

'Henüz okul önlüğü giyecek yaşta değildim. Hazırlıksızca aldığım ilk dersten sonra bir gün yine annem, ‘Kitapların tanımadığı insanlar akın akın geliyor’ diye pazar yerinde işittiğini söyledi ve: “İnsanlar çok çok değiştikçe, kitaplar kaybolmaya başlar,” dedi.

'Aradan şunca yıl geçti. Unutmuyorum! Kitapların iz bırakmadan raflardan yitip gitmeleri konusunda kuşkularım pekişti. Kitaplık raflarındaki gizemli boşluklar sinirlerimi de bozuyor artık. Herhangi bir sakarlık olmasa bile, kitapların duyarlı olmaları, benim bütün planımı değiştiriyor. Rafların arasında uzaktan gördüğüm boşluk, tüylerimi diken diken ediyor her seferinde.

'Sanki ‘bir cellat, bir kelle daha düşürdü kanlı tekneye,’ diye us geçirip ürpermem yetmiyor. Sessizce dönüyor, dönüşümü bile belli etmeden o yöne birkaç adım atıyorum. Uzaktan görülen boşluklar, hangi yöne aktığı belli olmayan durgun denizin ılgın yelle kıpırdayışı. kitaplarda derin dalgalı hareket seziliyor.

'Uzaktan ayırdına vardığım boşluk kayboluyor, ben ortaya çıkar çıkmaz. Hiçbir şey olmamış gibi kitaplar ilk koyuldukları gibi, her zaman sımsıkı raflarda düzenli duruşlarıyla gözlerime yansıyor.

'Ya gözlerimde ya da zihnimde bir yanılsama var.

'Onların sessizce ve bana haber vermeden yitişleri, bir şeyin sona doğru koşusunu hatırlatıyor bana. Ne yapsam durmayacaklar. İçimde uzunca bir süredir, derin bir yara ağzı gibi bana acı veren bir korku var. Kitapların beni terkedecekleri bir güne doğru, ilerlediğimi hissediyorum. Kitaplarla kapışmaktan hoşlananların gide gide çoğaldığını gösteren istatistikler de fazladan.

'Yeni doğan her on kişiden yedisi hayatı boyunca eline bir kitap bile almamış son on yıl içinde. Önümüzdeki yüzyıl sonunda, bu sayı bire düşecekmiş, haberlerde tartışma gündemi oluşturan konu da bu. Durum böyle olunca, kitapların sessizce yok olmalarını da doğal karşılamam gerekiyor.

'Fakat ben böyle bir dönem için yetiştirilmedim. Kitaplarla yükselen bir dönemin çocuğuyum ben.'

Elyazmaları, Tekin SonMez, Kars Platosu Öyküleri, NİS Media Ya, ilk bası 2004, İst.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Yazınsal metinler/edebiyat sessizlik ister, diye başlayan blog yedi ayını doldurdu; Yedinci yazı

Bu blog sunduğu örneklerle sadece edebiyat kıyısında gezinen bireylere değil; edebiyat sever, roman, deneme sever okurlara da yöneldi.

BenAras romanından bölümler yayımladık. Yazar, yaşam, yapıt üçgeni bağlamında arkaplan görselliklerini romandan bölümlerle birlikte iç içe sunduk.

Sessizlik ve edebiyat konulu bir deneme yazısı ile, doğa fotoğrafları var bugün. Neden doğa fotoğrafları? Çünkü doğa da sessizlik ister!

Ses kirliliği çökertir doğayı; ağacı kurutur, çiçek solar ve kuşlar ses kirliliği içinde çıldırır ötmek isterken, kendi sesini duymaz da.

Sessizlik mistisizmdir hem de. İlk başlarda bu böyleydi. Evet!

Sessizlik yoğunlaşmasıyla düşün/felsefe/din okulları da evet, sessizlikle çiçeklendiler.

Bakın,tapınakların girişlerinle başlayan evrensel harmoni/uyum bir sessizlik törenidir aslında.

Düşün/din/felsefe yollarına davet, sessizlikle başlar ki; orada yazınsal metinler vardır.

Sessizlik, ilk başta doğa uyumu ile gelir. Doğada uyumsuzluk gökgürültüleri, çakan şimşekler, bulutlarla gelen yağmur, deli dolu esen yel, tayfunlar, depremler tümü de uyumsuzluk engelini aşmak isteyen doğanın elleridir.

Sonra derin bir uyumla sonsuzluğu çağrıştıran sessizlik başlar. Çünkü sessizlik uyumdur. Düşünsel felsefel lirik uyumdur. Doğadaki uyumun lirik örgüsüdür sessizlik. İlkel tapınımlar, totemler ve lirik ezgi bu ortamda yolun ilk taşlarını döşedi.

Homurtularla ortaya çıkan gürültü patırtı, kötü ruhlu cinleri korkutup kovalamak için ilkel avcı toplumlarda, bireysel yabanıl/vahşi korku içgüdüsü devinimleriyle ortaya çıktı.

Evrilmeler daha sonra şamanlar tarafından tasarım/kılgı eşliğinde kitleye yöneltildi.

Uyumsuzluk dönemlerinde doğanın çıkardığı korkutucu sesler; açlıkta, kıtlıkta, av sırasında şamanlar tarafından yansılama/taklit üzerine kurulu törenler giderek bugün 'şeytan taşlama' boyutuna ulaştı.

Çünkü av sırasında ortaya çıkan kitlesel etkiye dayalı, kitlesel güç ortaya çıktı. Kitleyi etkileyip yönetme gizi de bunun içindedir.

Bireysel yaban korku, vahşi bireysellikten çıktı ve korku kitleselleşti ve kara şamanlar yönetiminde kitlesel av töre ve törenlerine dönüştü.

Av iki yönlü işledi; a)kara şamana karşı olanların sindirilmesi için cin/cadı figürü ile tasarımlı av/kurban sürekleri, b)kitlenin doyurularak susturulması için ak şaman güdümünde şölenli av düzenekleri. Kara/şaman, ak/şaman ortaya çıktı.

İyi bir hasat için tarih öncesi ilkel avcı toplumlarda gürültü patırtı eşlikli kutsama törenleri ile ve görsel/işitsel efektlerle başlayan tekil ya çoğul devinimler, bugünkü din/felsefe okullarının temellerini oluşturdu. Sessizlik ve ses paradoksu ortaya çıktı.

Ses de sessizlik de iki ayrı yönde yol ayrımı gibi birer kutsama kutbuna dönüştüler.

Oysa kutsanma/kutsama yolunu açan sessizlikti.

Edebiyat'ın geleceği var mı? Yazınsal metinlerle yakın ilişki, bugün düne oranla daha çetin bir rol veriyor edebiyatçıya. Düne göre neden bugün bu böyledir?

Doğa uyumu ile varoluşan, doğa uyumu ile barışık harmonideki sessizlikte bulabiliriz edebiyatı ve yazınsal metinleri çünkü.

Sessizliğe dayalı içsellik evrilmesi ile varolan dinler/tapınımlar var. Bunlar bir yanda. Sese/söze, görselliğe dayalı dışsallık evrilmesi ile otorite/kuvvet ikilisine sığınan dinler/tapınımlar var. Edebiyat!

Bir yol ayrımıdır bu evet. İçsellikle dışsallık ikilisi!
Ak şaman, kara şaman!
İçte olan doğa ile doğal uyumla atbaşı koşan edebiyat nerede?

Edebiyat yol ayrımındadır.

Dış dünyayı bir kılgı ve etkinlik, eylem sahnesine dönüştürenlerle, sessizliğe dayalı içsellik evrilmesi bir yol ayrımındadır. Bir daha hiçbir zaman çakışamayacak olan ve edebiyatı da içine alan büyük fotoğrafta okunabilen bir yol ayrımı.

Edebiyatın yeraltına indiği bir dünyadır bu yol ayrımı. Sonuçlarıyla sessizliğe gömülen bir yol ayrımı evet. Orada sessizliği yitiren ve 'sözcüklerle kutsal özü ileten edebiyat nerede,' diyen Tanrının gazap içinde kükreyen çığlıklarını işiteceksiniz.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
Stockholm, 27 Ocak 2010

Tümü ve Kapadokya fotoğrafları/arşiv; Tekin Sonmez kamerasından, izin alınmadan kullanılamaz.

10 Ocak 2010 Pazar

Mektup yazan insan ve mektup; Altıncı yazı

Haydi bir mektup yazalım! Nasıl mı olsun? Yalın olsun! Akademik betimlemeler sonradan daha kolay gelir.

İçimizden gelen ses olsun, ilkin yanımızda. İçimizden gelen bir ses ki, mektup yazmak için de aşk ve sevgi için de yeterlidir.

Kağıt, zarf, pul orada dursunlar. İçimizden gelen sesi yanımıza alalım.

Değerli İzleyici,

Kağıt, zarf, pul eski zamanlarda kaldı. Bir bilgisayar, içimizden gelen sesi alacak ve ona harflerle form verecek. Yeter mi bu?

Böyle ise insanın kendi sesini duymasıdır ilkin mektup yazmak.

Evet! Akademik değil kolay/anlaşılır bir betimleme olsun burada.

Kendi sesini sonsuz bir boşlukta eko yaparcasına, ard arda dalgalar gibi yankıların içinde duymak! Nasıl olur? Gökten yağan tanrısal bir sestir o hem de mektup yazan insanın içinde ki, çın çın çınlar bir yandan kayalara vuran rüzgar gibi. Yazan kişi mektupla özdeşleşebilir bu sırada.

En gerçek sahneler böyle sıralarda, böyle içsel anlarda yazılır.

Mektup yazdığı sırada ağlayan insanlar gördünüz mü? Mektup yazdığı sırada içe dönerek ağlar belki, hiç gördünüz mü, mektup yazan elin titreyişini, açılıp kapanan dudakları gördünüz mü?

Kendi sesini, helezoni bir boşlukta duyan kişi nasıl mektup yazacaktır ki, bu da sorulmaya değer bir konudur.

Mektup yazan bir insan, anlık durumu ile varoluşma gücünü de duyumsar. Ben buradayım! 'İşte buradayım,’ diyen bir ses!

Kim? Ben, sen, o olsun ne çıkar; ben burdayım diyen ses kimdir?

Varoluşma sarmalında, varlık/yokluk sınırındadır da o kişi mektup yazdığı sırada. Hem anlık bir yaşamsal kesit içindedir hem de geleceğe doğru kafasıyla eğik durur o sırada. Yaşamsal kesit içinde ergime; oradan yazıya geçip yazılanla yaşama sürecidir bu.

Hem de öteki varolmayan süreçlerle sonsuza dek ilintilerle mektup yazmak ve siz hiç denediniz mi? Bir mektup nasıl yazılır?

Neden yazılır? Düşündünüz mü? Birkaç satır yazıyorsunuz!

İvedi bir haber ya kalkmakta olan bir uçağa ya bir trene yetişmek gibi.. zamana karşı bir yarış var. O gidecek! Yetişirseniz o tren, o uçak duracak ve siz.. hiç denediniz mi?

Şu da var ki, ses içten gelmiyorsa, gönül kırıktır, kalem ilerlemez.

Haydi bir mektup yazalım! Var mısınız? Sen! O! İşte kağıt/kalem!

Neredesiniz? İşte bakın! Gördünüz mü? Bakın, ben buradayım...
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
Stockholm, 10 Ocak 2010